Sarı mermerden


... iki kolu hafif kalkık avuçları yere doğru açık başı yukarıya doğru çevrilmiş, uzun saçlı genç kız heykelini suya bıraktı heykeltraş. Heykel yuvarlanarak dibe gitti. Gülümsemesi suyun yüzeyindeki kıpırdamayla birlikte sanki, giderek kahkaha atmaya hazırlanıyormuş hissini veriyordu bakıldığında.

Denizin rüzgarla yavaş kırışıp kıpırdaması heykelin kollarını da gülümsemesi gibi hareketlendiriyor, kıpırdatıyordu. Heykeltraş dört heykelini de suya attı. Hızla yakındaki atölye bahçesine gitti. Çok uzaktan Kerkiralı korsanların teknesi gittikçe yaklaşıyordu. Belirsiz siyah leke giderek ince uzun bir yelkenliye dönüşmekteydi. Haber kısa bir süre önce gelmişti. Tıpkı beş sene önce olduğu gibi yine yağmaya uğrayacaktı köyleri. Vakitleri yoktu bir an önce kaçmalıydılar. Heykeltraşın karşısında iki heykel kaldı; biri en son yaptığı çömelmiş üç çocuk arasındaki yerdeki bir balığa bakıyor, diğeri henüz bitirmediği yarım kalmış yaşlı bir kadınla torunu.

Kalakaldı. Saklayacağı ve korsanların gelmediği, tırmanmadıkları bol mağaralı dağ köyüne koşarak, yürüyerek gidecekti ve sadece bir heykeli ancak yanında taşıyabilirdi. En son bitirdiği ve en sevdiği heykeli mi yoksa henüz neye benzeyeceğini bilmediği, henüz tamamlanamadığını mı almalıydı. Karar vermesi kısa sürdü. Tamamlamadığını kucakladı ve üç çocukla balığa son bir kez buruşmuş yüzünde acı bir ifade ile baktı. Ve koşarak çıktı. Telaşla bağıran koşuşan insanların arasına katıldı. Aradan dört gün geçti. Tepeden izlediler, köyün yangını hala sürerken korsan gemi limandan ayrılıp uzaklaşmaya başladı. Yağmalama bitmişti demek ki. Eh en azından artık beş-altı yıl gelmezlerdi. Yine herkes koşarak köye yöneldi, acaba nelerle, hangi hasarlarla karşılaşacaklardı. Heykeltraş evinin bahçe duvarına yaklaştığında kalbi küt küt atmaya başladı. Kucağında soğuk sarı mermerden heykeli nedense sıkıyordu.

Akşam vakti önce gölgesi girdi/düştü avluya sonra kendisi ve gözlerine inanamadı. Üç çömelmiş çocuk bıraktığı gibi ortalarındaki balığa sevgi ve şaşkınlıkla bakıyorlardı. Hiç dokunmamışlardı. Kıyıya gitti eski bir duvarın köşesinde gizli, kımıldayan suda genç kız sapsarı yüzü ile gökyüzüne ve kendisine gülümsemeye devam ediyordu, tıpkı son kez ayrılırken gördüğü gibi, bıraktığı gibi.

...


Uygarlığın barbarlığı yendiği savaşın anısına Pergamonlular hümanizmanın, insancıllığın heykelini yaptılar. Galatlı Savaşçılar heykel grubunun ana konusu; insan sevgisi ve ölümdür. Galatların kimliğinde ölüm, barbarlığın son bulması isteğinin yanı sıra düşmanın güçlülüğü ve çekiciliği karşısında güzellik örtüsüne büründü. Kim bilir?..
Tuncu ve mermeri biçimlendiren insan ölümü de pek ala biçimlendirebilir. Hem de bundan 2.000 yıl önce ve olağanüstü el hüneriyle.
Kimine göre Roma Capitolino Müzesi'nde bulunan Ölen Trampetçi heykeli, Bergama Kralı 1.Attalos'un Galatlara karşı kazandığı zafer onuruna yaptırdığı anıtı bütünleyen ve çevreleyen dört heykelden biridir. Ölen Trampetçi, Kendini Öldüren Galatlı gibi benzer özellikler taşır, taşımasına ama yaralıdır ve göğsünden kan akar. Bir eliyle sağ dizini tutarken diğer eliyle yere yaslanır. Kırık bir trampet iki eli arasında uzanır ve titreyen parmakları ona dokunma çabasındadır. Sanki mermer dillenir, trampetçinin dramını, öyküsü anlatır.
Kendini Öldüren Galatlı gücünü ver saldırganlığını haykırırken, Ölen Trampetçi kimseye aldırmayan, umutsuz acı çeken bir insandır. Vücudunun bükülüşü ve ifadesindeki derinlik...

Pergamonlular'ın yaptığı bu heykeller topluluğu o güne kadarki sanat anlayışının dışına çıkar. Heykeli yapılanlar o kentin ya da ülkenin kahramanı, önderi değil, savaşılan, ölünen, öldürülen düpedüz düşmandır. Üstelik bu düşman güzeldir, yakışıklıdır, soyludur, onurludur. Heykelleri tasarlayan sanatçılarla onların yapılmasını sağlayan yöneticiler insancıl düşüncelerin enginliğiyle yüklüdür.
Bu söylem tuhaftır kimine göre, kurallara aykırı bir söylemdir. Bu "barok" bir anıttır. Kimileri bu söylemi 17. yüzyılda Avrupa'ya yayılan, adını birbirine benzemeyen, düzensiz inci tanelerinden alan, bu sanat anlayışını barok sanatın öncüsü sayarlar. Ah Avrupa!
Ünlü Romalı yazar Pilinius, Epigenos adlı Pergamonlu bir heykeltraşın ölen bir trampetçinin heykelini yaptığını yazar. Beriki, bu iki heykelin yapım stillerinin benzemediğini, yontucularının ayrı olduğunu yazar. Her kim olursa olsun, hangi zamanda yapılırsa yapılmış olursa olsun, Roma'daki müzede bulunan heykeller, öznelerinde ölüm de olsa yontucuların güzelliğe ve insan sevgisine olan tutkularını gösterir.

Pergamon Kralı 1.Attalos böylesine muazzam heykeller yaptırmakla ve bunları kentin en alımlı yerine dikmekle bir yandan Galatlara karşı kazandığı zaferi gelecek kuşaklara aktarırken, diğer yandan Pergamonlular'ın insanlığa olan savgısını taşa, tunca mı dönüştürür, bilinmez...
Pergamon düşüncesi, ilk çağın karanlıklarında, kaba gücün ya da barbarlığın egemen olduğu bu dünyada kendinden önce birikmiş bilgiyi toparlayan , yeniden yorumlayan, sistematik bir biçimde saklayan bir düzeye ulaştı ve bu düşünce biçimi, edindiği birikimi yaşamın birçok alanında maddi üretim için kullanabildi.

Tarih öncesinden gelen koyu karanlık zamanlarda insanlık var olmak için doğayla kıyasıya savaştı. Doğayı anlamaya, kavramaya çabaladı. Ardından doğaya üstün geldi -maalesef. Toplumsal yaşayışı örgütledi. Tüm bu süreçlerde, yaşanan zorluklar insanlığı zaman zaman acımasız, sert, kaba bir gelişme göstermeye yöneltti.
Tarih içinde sanat, bu yönelişe karşı insan düşüncesinin ilk tepkisidir -bence.
Belki de bu yüzden Anadolu denilen bu toprakların kimi 21. yüzyıl insanı heykele tahammül edemiyor.