Bir anlık, bir an..

Faşizmin algı sınırlarını aştığını, herhangi bir kolgücüne, sistem bekçisine ihtiyaç duymadan her bireyin beynine geçirdiği fanuslarla kendi otokontrol sistemini kurdurtup ilkokul 1'den itibaren sistematik bir şekilde kafalara geçirilen fanuslar sayesinde belirlenen algı sınırlarını hiçbir şekilde hiçbir zaman aşamayacağının farkına dahi varamayacak şekilde yetiştirdiği embesillerle, kendi var oluş meşruiyetini sorgulamaya kalkan her çeşit ayrıkotunu ötekileştirmeye maruz bırakıp hayat hakkını tanımama hasletini devamlı muhafaza etme dürtüsünü şu caanım ülkemde en güzel, en müseccel alamet-i farikası olmak üzere tecelli ettiğini gösteren insan-cık.

Bütün varoluş sebebinizi hayatın anlamını Ali Rıza Efendi olmasaydı olamayacağınız aksiyonu üzerine bina edip kafanızdaki fanusu çıkartmaya çalışanlara "be hey dürzü!" diye çemkirmeye devam edin. Bu saatten sonra at lenslerinizi çıkarıp gerçeğin ışıklarını gözleriniz kamaşmadan dayanabileceğinize inanmak çok ümitkar bir yaklaşım olur.

Kendi minnacık beyinlerinizde her şeyin toplumsal konsensüse çoktan oturtulduğu-oturtulması gerektiği tahayyül ederek mutlu olmaya devam edin siz. Var oluş sebebi olarak gördüğünüz an, putlaştırdığınızın farkına varamadığınız, sonra biri sizi putperestlikle itham edince linç etmeye kalkıştığınız beyinlerinizi ipotek altına alan Atatürk'ün demokrasi pratikleri, halka rağmen halkçılık teorisinin kritiğini tartışmak isterdim sizinle. Ancak olmayan beyinlerinizle neyi tartışacağız orası meçhul. Biri kalkmış "ondan başka ülkesini kurtarıp sonra ekonomik-sosya devrim yapan lider kim var?"diye sormuş. Tarih, ekopolitik,sosyoloji ve bir alay sosyal bilim namına ne bildiğiniz, bildiğinizi nasıl yorumladığınız gayet açık. Bütün tarih sizin anlı şanlı Türk tarihinden ibaret değil mi canımıniçi? Herhangi bir devrimde halkın iç dinamiklerinden ne ölçüde faydalandığının devrimin geleceğiyle/sıhhatiyle ilgili ne gibi kelebek etkileriyle tezahr ettiğini merak edebilseniz, en azından gidip birkaç başka devrim okusaydınız, sosyalist devrimlerden de bahsetmiyorum. O sizin gibi burjuvaziye ağır gelir eyy Beyaz Türkler. Proletarya filan, bilmediğiniz kelimeler çıkar karşınıza kafanız karışır. Mein Kampf'ı okuyarak Hitler'i tanıyacağını düşünen beyinsizlere mukabil siz de gidip Nutuk'u, Şevket Süreyya'nın Tek Adam'ı, Falih Rıfkı Atay'ın Çankası'nı okup gelin. Sizden farklı düşünen herkese "ay ben karşıyım falan yanee.." diye konuşun.

Fikir özgürlü; düşündüğün şeyi hiç kimseden, salt çoğunluktan yahut herhangi bir şiddet kullanma yetisine sahip ideolojik aygıttan korkmadan belirtebilmen en güzel şey-di mi azizim/azizem? "Atatürk bizi yarattı onun sayesinde varız öyleyse onu eleştiremeyiz" mantığına sahip bıldırcınlarla dalga geçmek nasıl bir duygu anlatamam. İşte aradığım sistem bu olmalı! diyorum bazı bazı..

Karşısındakinin düşüncesine saygı duyanlar elime mum diksin.
Güzel

Fazlaydılar. Ebediyete kadar fazlaydım..


Ölmeden önce son dileğiniz ne olurdu? diyor usta ve karşıdan gelen kamyonun şeridine geçiyor. Kamyon havalı kornasına asılıyor, arka arkaya uzunca bağırtıyor kornayı ve kamyonun farları, güneşin doğuşu gibi gittikçe parlayarak üstümüze geliyor ve ustanın gülümseyişini aydınlatıyor.
Çabuk bir dilek tutun, diyor aynadan arkadaki uzay maymunlarına. Hiçliğe 5 saniye kaldı.
Bir, diyor.
İki. Üç.
Ata binmek, arkadan bir ses geliyor.
Ev yapmak, bir ses daha
Dövme yaptırmak.
Usta, bana inanın ve sonsuza kadar ölün, diyor.
Şimdi. Ölümün büyüleyici mucizesi. Bir an yürüyüp konuşurken, öbür an bir obje oluveriyorsun.
Ben hiçliğim, hatta o bile değilim.
Soğuk.
Görünmez.
Bizler eşsiz değiliz. Süprüntü ya da pislik de değiliz.
Biz sadece biziz. Biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok.
Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz!..

İnsanın her zaman sevdiğini öldürmesi ile ilgili o eski deyiş, aslında iki şekilde de geçerlidir


Yolculuğun hoş tarafı; gittiğin her yerde hayat miniktir. Otele gidersin, minik sabun, minik şampuan, tek kişilik tereyağı, minik gargara ve tek kullanımlık diş fırçası... Bakıyorum, yanımda, oturan tek kullanımlık insanlar...

Yağmur buğusu, bir el yazması

Parmak hesabı yaparken farkettim ki, sayılacak parmaklar azalıyor. Demek ki zaman da daralıyor. "En"imi bulmam için. Ne bu "en" dersen, derim ki bütünleşmek, sadece o anda görülebilecek grimsi renk, dikensi ama kaygan tad. Hep görülen rüya. Hep aynı yerde biten, başa sarıp yine aynı o anda hep biten. Bitmesi istenmeyen. Devamı için uykulara yatılan. Boktanlık üzerine ideolojik söylemler-2. Bilmiyorum işte.. Anlık. Hani sen, ben, o, biz, siz ve onların nokta atışında hedef olacağı "an".
En kuzeybatı sınırımız neresidir? İpucu yok. Fotoğraf karesinde saçını yüzünün neresinde topladığın önemsiz. Thales tözü neye indirgemişti ya hani?

Woolf cebine çakıl taşları doldurup denize karşı yürümüştü. Suyu seçmişti tüme varmak için. Suda "an"laşmıştı.
Ve ben yağmuru hiç sevmiyorum. Yeni değil eski. Bundan bilmem kaç sene önce toprağa basamazdım bile, yeni yeni basmaya başladığımı söylemiş miydim sana..

Bilmek ve Ölmek


[..."Bilinen bilinmezlikler" olarak da tanımlayabiliriz tabuları. Bilinmezin tüm ayrıntılarını bilmesek de sezebiliyoruz sanki ama öğretilmiş korkularımız engelliyor daha ileri gitmemizi, merakımızı koşuşturmıyoruz özgürce. Tabular da zaten öyle birden devrilebilecek olgular hiç değiller, süreç içinde yaratıldıkları için de ancak süreç içinde yıkılabiliyorlar. Değiniyormuş gibi yapıyoruz ilkin, ürkütmemecesine. Kenarından kenarından hafiften gagalıyoruz ancak. İhtimal ki bu tutumumuzla, bir süre için tabulara bir nebze de biz bağışıklık kazandırıyoruz. Bağışıklık kazanmış tabular ise iktidar odaklanınca daha meşru bir sermaye olarak kullanılabiliyor pekala. Ama işte her tabunun yıkılış süreci de bu aleniyetiyle ve pervasızca kullanımıyla başlıyor.

"Ve yılan kadına dedi; meyveden yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız." Adam ve kadın meyveyi yediler ve Tanrı tarafından ölümlülükle cezalandırıldılar. Tanrı bilmeyi ölümle eşleştirdi. Meyve ağacına simgelenen bilgiyi tabulaştırdı. Meyveyi yiyen insan bildi. Ama bildiği için kendisi de öldü.

Tabu, bilgi ve ölüm... İşte bilgi çağının karmaşık denklemi. Şu bir gerçek ki ama, tabuları bilgisi ile yıkan insan ancak bir gün ölümü de bilgisiyle yenmekten söz edebilecek...]


...der Hrank Dink 2004'te.
Fotoğrafın sol cephesine göz atarsan Adem ile Havva'yı görürsün. Hemen sağ taraflarında da yasak ağaç ve ağaca dolanmış yılan. Eski Ahit'ten sahnelerle çevrilmiş Akdamar Kilisesi. "Ah Tamara!" diyen bir saf var ama onun da ötesinde anlatılacak bir alay şey var. Tarihten gel günümüze, 1915'te tıkanıyorsun. Hm bir de 1951 miladı var. Yaşar Kemal'in sihirli dokunuşu olan. Koşma hemen wikipedia, eksisozluk bilmem ne. Zaten yazan 2 cümlelik bilgi...
Sonra fotoğrafta çık yukarı, kilisenin çatıyı çevleyen dairemsi süslemelere. Değişik hayvan figürleri, araya insan yüzleri yerleştirilmiş. Birbirini kovalayan döngüsel bir hareket var orda taşa dantel gibi işlenmiş.
Bilahare anlatacağım bunları sana blog. Şimdi değil. Canım istediğinde. En nihayatinde "bilmek ve ölmek" demiş Hrank Dink.

Başka bir yerde, başka bir zamanda uyanabilseydim, başka bir insan olarak uyanabilir miydim?..


Kesinlikle sıradan bir insan geceleri uyuyordur, sıradan düşler görmektedir, sadece bir gece yatar ve artık eskisi gibi değildir her şey değişmiştir, ertesi sabah parçalanmış olarak uyanır gecenin en karanlık saatlerine bir şey ruhu üzerinde güçlü bişeyler yapmıştır o huzur duygusu artık gitmiş yerine açıklanamaz bir aldatılma hissi almıştır, gençliğinin fantezileri kaybolmuştur, dünyanın geri kalanından uzaklaşmıştır,bütün inançları yavaş yavaş yok olmaya başlar ..peki ne yapar ? – parçalanan ruhunu onarır —peki nasıl ? – doğayla birlikte, bir başkasını severek, birlikte insanlığın peşini hala bırakmayan o en eski ve çözülememiş gizemin perdesini aralayacaklar öyle ki sadece sevgililerin yapabileceği şekilde... --çok kolaymış gibi söylüyorsun... -- aslında görüldüğü kadar zor değil... Sana sırrını açıklayayım...Bu dünya büyülerle dolu her yanımızı sarar sadece buna inanman gerekir...


Gökyüzünün her yerde aynı olduğunu düşünsen de kendini bu boşluktan kurtaramazsın ve ağlarsın .. ya da..
tek kelime
Assos

Tempus fugit et nos fugimus in illus


Sanırım en çok bilmediğimiz dolanıyor aklımızda. Hayal gücümüzün sınırları kadar büyütüyoruz. Bizi boğuyor sonra bazı. Ne gerek? Makine değiliz elbet. İnsanız. Gereklilik kipleriyle yaşayamayız. En kötü ya da en iyi halleriyle değil de, bütünüyle hatırlarsak "o şey"i ya da "leri".
Erdemlere bel bağlamadan; herşey doğru olabilir, yanlış da olur/olabilir bunu bilerek-bilmeyerek söylüyorum. Ne diyorum? Nazım'ın şiiri var ya "sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" Değil. Böyledir bazen. Var olmaya can atmadan keyfine bakmak. Olabildiğince, olduğunca... Başa çıkabilmek için önce kabullenebilmek, kendine dışarıdan bakabilmek gerek sanırım. Sonra diyorum işte buna gücün var mı? Gücüm varsa tekar soruyorum, buna gerek var mı?

Kendini tanrı ilan et, yeni yasalar koy, Hieratosyonlar yaptır, şölenler düzenlenmesini emret. İki bin yıl sonra insanlar hayran kalsın sana -ya da hümanizmana, ya da her ne boksa. Kommagene kralı Antiokhos I ol. Kendine Theos sıfatı ver. Oğlun Mithadates II bile kullanmasın bu sıfatı. İşte!..
Konuşan steller kalır bir kısım insanın ardından. Görmüşsündür, belki önünden geçip gittin. Dinle bak ne der; "Some say that the spirits of the dead, after great tribulations in life, fly into wide heaven. This is only myth, because all that you bring (to burn) as supplies is a useless fire! But when the stale speaks, it silently reveals who I was..." 34 yaşında istemeden yeraltı dünyasının kapısına bırakılan Romana dile geldi. Neden İngilizce yazdım? Hepimiz papağanız ya ondan.

Biliyorum, yineliyorum "hayat çok boktan". Yaşamak buna istinaden. Ama elma beni seviyor diye onu sevmem gerekmez ya, en azından bugün...

Maske ölmek isteğidir sevgilim gerisingeriye dönen etiket
bak gökyüzünde takma bulutlar
ümitlerini yükseğe ayarla
ve bataklık halılarında dinlen
ey kutsal beden
sana da gelecek sıra
pilindeki kuraklık yetmiyor değil mi
hatıranın yüksek gerilimine
başkalarının bantlarında batıp çıkıyor sesin
kağıttan intihar kuleleri
eteklerinde dipnotlarıyla devrildi tek tek
bilgisayarının depoladığı vahşetten çıkış alıyor
yeni bir maskenin formülleri
granite dönüşsün diye iskelet iskelet ve etiket
Doğru, kolay silinebilir bir muşambadır seks
ateşten geçirir karton filmleri
bazukalar altında kadife gece
leoparlar öldü sevgilim, parslar, jaguarlar
çölü olmayan bedeviler, platoların yeni aynalar
tinerle sil maskeni, ekrandaki görüntünü ayarla
volümünü kıs kalbinin, dahili hatta seni arıyorlar
/Murathan Mungan -(Haziran 1991,Ludwighafen)

Devinimsizlik yasası


Yine de insan kendi hikayesinin sonunda şunu dememeli "Bu sabah aynaya baktım, kimseyi göremedim."
Ne mutlu kaleydoskoptan bir parça görebilmek her bakışta.

Günde en az 1 kez gözlük takınız okuyucu! Görmek değil, görmemezlikten gelmek marifet değil mi sevgilim...

Sarı mermerden


... iki kolu hafif kalkık avuçları yere doğru açık başı yukarıya doğru çevrilmiş, uzun saçlı genç kız heykelini suya bıraktı heykeltraş. Heykel yuvarlanarak dibe gitti. Gülümsemesi suyun yüzeyindeki kıpırdamayla birlikte sanki, giderek kahkaha atmaya hazırlanıyormuş hissini veriyordu bakıldığında.

Denizin rüzgarla yavaş kırışıp kıpırdaması heykelin kollarını da gülümsemesi gibi hareketlendiriyor, kıpırdatıyordu. Heykeltraş dört heykelini de suya attı. Hızla yakındaki atölye bahçesine gitti. Çok uzaktan Kerkiralı korsanların teknesi gittikçe yaklaşıyordu. Belirsiz siyah leke giderek ince uzun bir yelkenliye dönüşmekteydi. Haber kısa bir süre önce gelmişti. Tıpkı beş sene önce olduğu gibi yine yağmaya uğrayacaktı köyleri. Vakitleri yoktu bir an önce kaçmalıydılar. Heykeltraşın karşısında iki heykel kaldı; biri en son yaptığı çömelmiş üç çocuk arasındaki yerdeki bir balığa bakıyor, diğeri henüz bitirmediği yarım kalmış yaşlı bir kadınla torunu.

Kalakaldı. Saklayacağı ve korsanların gelmediği, tırmanmadıkları bol mağaralı dağ köyüne koşarak, yürüyerek gidecekti ve sadece bir heykeli ancak yanında taşıyabilirdi. En son bitirdiği ve en sevdiği heykeli mi yoksa henüz neye benzeyeceğini bilmediği, henüz tamamlanamadığını mı almalıydı. Karar vermesi kısa sürdü. Tamamlamadığını kucakladı ve üç çocukla balığa son bir kez buruşmuş yüzünde acı bir ifade ile baktı. Ve koşarak çıktı. Telaşla bağıran koşuşan insanların arasına katıldı. Aradan dört gün geçti. Tepeden izlediler, köyün yangını hala sürerken korsan gemi limandan ayrılıp uzaklaşmaya başladı. Yağmalama bitmişti demek ki. Eh en azından artık beş-altı yıl gelmezlerdi. Yine herkes koşarak köye yöneldi, acaba nelerle, hangi hasarlarla karşılaşacaklardı. Heykeltraş evinin bahçe duvarına yaklaştığında kalbi küt küt atmaya başladı. Kucağında soğuk sarı mermerden heykeli nedense sıkıyordu.

Akşam vakti önce gölgesi girdi/düştü avluya sonra kendisi ve gözlerine inanamadı. Üç çömelmiş çocuk bıraktığı gibi ortalarındaki balığa sevgi ve şaşkınlıkla bakıyorlardı. Hiç dokunmamışlardı. Kıyıya gitti eski bir duvarın köşesinde gizli, kımıldayan suda genç kız sapsarı yüzü ile gökyüzüne ve kendisine gülümsemeye devam ediyordu, tıpkı son kez ayrılırken gördüğü gibi, bıraktığı gibi.

...


Uygarlığın barbarlığı yendiği savaşın anısına Pergamonlular hümanizmanın, insancıllığın heykelini yaptılar. Galatlı Savaşçılar heykel grubunun ana konusu; insan sevgisi ve ölümdür. Galatların kimliğinde ölüm, barbarlığın son bulması isteğinin yanı sıra düşmanın güçlülüğü ve çekiciliği karşısında güzellik örtüsüne büründü. Kim bilir?..
Tuncu ve mermeri biçimlendiren insan ölümü de pek ala biçimlendirebilir. Hem de bundan 2.000 yıl önce ve olağanüstü el hüneriyle.
Kimine göre Roma Capitolino Müzesi'nde bulunan Ölen Trampetçi heykeli, Bergama Kralı 1.Attalos'un Galatlara karşı kazandığı zafer onuruna yaptırdığı anıtı bütünleyen ve çevreleyen dört heykelden biridir. Ölen Trampetçi, Kendini Öldüren Galatlı gibi benzer özellikler taşır, taşımasına ama yaralıdır ve göğsünden kan akar. Bir eliyle sağ dizini tutarken diğer eliyle yere yaslanır. Kırık bir trampet iki eli arasında uzanır ve titreyen parmakları ona dokunma çabasındadır. Sanki mermer dillenir, trampetçinin dramını, öyküsü anlatır.
Kendini Öldüren Galatlı gücünü ver saldırganlığını haykırırken, Ölen Trampetçi kimseye aldırmayan, umutsuz acı çeken bir insandır. Vücudunun bükülüşü ve ifadesindeki derinlik...

Pergamonlular'ın yaptığı bu heykeller topluluğu o güne kadarki sanat anlayışının dışına çıkar. Heykeli yapılanlar o kentin ya da ülkenin kahramanı, önderi değil, savaşılan, ölünen, öldürülen düpedüz düşmandır. Üstelik bu düşman güzeldir, yakışıklıdır, soyludur, onurludur. Heykelleri tasarlayan sanatçılarla onların yapılmasını sağlayan yöneticiler insancıl düşüncelerin enginliğiyle yüklüdür.
Bu söylem tuhaftır kimine göre, kurallara aykırı bir söylemdir. Bu "barok" bir anıttır. Kimileri bu söylemi 17. yüzyılda Avrupa'ya yayılan, adını birbirine benzemeyen, düzensiz inci tanelerinden alan, bu sanat anlayışını barok sanatın öncüsü sayarlar. Ah Avrupa!
Ünlü Romalı yazar Pilinius, Epigenos adlı Pergamonlu bir heykeltraşın ölen bir trampetçinin heykelini yaptığını yazar. Beriki, bu iki heykelin yapım stillerinin benzemediğini, yontucularının ayrı olduğunu yazar. Her kim olursa olsun, hangi zamanda yapılırsa yapılmış olursa olsun, Roma'daki müzede bulunan heykeller, öznelerinde ölüm de olsa yontucuların güzelliğe ve insan sevgisine olan tutkularını gösterir.

Pergamon Kralı 1.Attalos böylesine muazzam heykeller yaptırmakla ve bunları kentin en alımlı yerine dikmekle bir yandan Galatlara karşı kazandığı zaferi gelecek kuşaklara aktarırken, diğer yandan Pergamonlular'ın insanlığa olan savgısını taşa, tunca mı dönüştürür, bilinmez...
Pergamon düşüncesi, ilk çağın karanlıklarında, kaba gücün ya da barbarlığın egemen olduğu bu dünyada kendinden önce birikmiş bilgiyi toparlayan , yeniden yorumlayan, sistematik bir biçimde saklayan bir düzeye ulaştı ve bu düşünce biçimi, edindiği birikimi yaşamın birçok alanında maddi üretim için kullanabildi.

Tarih öncesinden gelen koyu karanlık zamanlarda insanlık var olmak için doğayla kıyasıya savaştı. Doğayı anlamaya, kavramaya çabaladı. Ardından doğaya üstün geldi -maalesef. Toplumsal yaşayışı örgütledi. Tüm bu süreçlerde, yaşanan zorluklar insanlığı zaman zaman acımasız, sert, kaba bir gelişme göstermeye yöneltti.
Tarih içinde sanat, bu yönelişe karşı insan düşüncesinin ilk tepkisidir -bence.
Belki de bu yüzden Anadolu denilen bu toprakların kimi 21. yüzyıl insanı heykele tahammül edemiyor.

Suçlular...

...neredeyse serbest dolaşmaya başlamışlardı köyde. Oysa öldürdükleri yaşlı karı kocanın cezasının ne olacağı kararı verilmemişti daha. Kapatıldıkları taş küçük evden çıkıp köy halkının arasına karışmışlardı. Suçluydular, pişman değildiler ve özgürdüler...
Başrahip kararsızdı, ne cezası verileceğine. İlk kez oluyordu sakin ve huzurlu köylerinde böyle bir olay. Muhafızlar şaşkındı. Bu iki yabancı ile bir çatışmaya girmek istemiyorlardı. Garip bir hoşnutsuzluk vardı havada. Köy halkının arasında dolaşıyorlardı serbestçe. Çekip gitmemişlerdi de. Başrahip mi yumuşak davranmıştı; nöbetçiler mi iyi yürekliydiler; onlar mı etrafı kandıracak kadar kurnazdılar yoksa etrafındakiler geçmiş olayları unutmuşlar mıydı ne?
Ne olmuşsa olmuş onlar serbestçe günlük hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Çömlekçilere yardım edip karınlarını doyuruyorlardı. Yine de ortada belli belirsiz bir gariplik, hoşnutsuzluk vardı.
Civarda birden ortaya çıkan yılan insanlarla olan savaş tüm şiddeti ile devam ediyordu. Bir gün başrahip yaşlı gezginle uzun uzun konuştu, sonunda kararını vermişti. Ceza sandalı yapacaklardı. Ertesi gün bir sandalın uç kısmına biraz yiyecek ve su ile iki mahkumu bağladılar, öteki ucuna da suçluların öldürdükleri çoktan unuttukları yaşlı karı-kocanın kemiklerini yığdılar. Denize bıraktılar. Belki bir gemi rastlayabilirdi onlara, kim bilebilirdi? Sandal törenle bir sabah erkenden denizin açıklarına götürüldü. Rahibin içinde olduğu bir başka sandala bağlanmıştı.
Kara artık görünmez olduğunda sandalları birbirine bağlayan ipi uzun bir dua ile kesti başrahip gülümseyerek. Sonra sahile döndüler. Kıyıya yanaşırken ılık bir yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda ise yaklaşan mı uzaklaşan mı belli olmayan kapkara bulutlar görünüyordu.
...


Yapılan eylem ve gerekçeler paralellik gösterdiği müddetçe rasyonellik zarar görmez, teoride.
Bkz. Konser basmada kullanılan demokratik hak. Kalabalığa gülümseyen sahne soytarılarının eserlercikleri bunlar. İnsanlar var olan alternatife oy vermiştir, çünkü bir meclis vardı ve böylece demokrasi olduğu varsayılıyordu. Ne büyük bir hata! Sıkça tekrarlanan en büyük hata. Anti-demokratlık hakkımı kullanıyorum ve diyorum ki; "a priori" düşündürücüdür, biz var olana bir göz atarsak eğer Çin'de olaylar yaşanıyorken bu konsere ne hacet'e karşın Filistin'e gösterilen tepki ertesini de biliyoruz, bkz.
Dinlerin özellikle kural ve kaideleriyle öne çıkarak yaşamı düzenleyen resmi ideolojiler haline gelmeleri, düşünsel ve pratik anlamda her alanda büyük bir baskıyı örgütlemiştir. Yüzyıllardır var olan "afyonun" 21. yüzyıl sosyal hayatta eril hegemonyada vücut bulması ile tekbirler eşliğinde, bayrak üzerinde başlanır namaz kılınmaya.
Desem ki; sizin bugün kutsal/gelenek diye adlettiğiniz "şey"lerin hepsi, bu topraklarda sizden önce yaşamış halklarındır, onlarındır. Yine de sahiplenir misiniz bütünü ile?
'Suçluydular, pişman değildiler ve özgürdüler' mi diyelim demokrasi kelimesini kalkan yapıp yoksa ceza kayığına bindirip denize mi salalım Kalkedion'dan?

11.07.1995 Srebrenitsa

"... Ardından, parmağıma iyice gömülmüş olan alyansımı çıkarmak istiyorum. Çıkmıyor. Alyansla Çetniklerin eline düşmek istemem. Alyansımı almak için parmağımı kesmeye kalkarlar. Alyansımı çıkarabilmek için aklıma gelen her türlü yöntemi deniyorum. Olmuyor. Oysa o kadar da zayıfım ki... Kuru bir dal gibiyim. İskeletim bedenimden çıkıp bana dışarıdan bakabilse sarkan derilerimin görüntüsünden ürkebilirdi.
Umarım ölüm bu alyansın altına gizlenmemiştir. Bu yüzük gelinimin, benim, ihanetin ve güvenin sembolüydü.
Herkesin hayatı, bir alyansın altında saklı olabilir. Bu yüzük, hiç evlenemediğim, mazideki genç kız, Tenzile Mühürdar'ın yüzüğü.
...
Horozların sesi kesildi.
İlk zamanlar hep bir ağızdan öterlerdi. Şimdi ise sadece birinin sesini işittim. Diğerleri bu sese eşlik etmiyorlar. Daha sonraları onları hiç duymadım.
Her zaman ilkler vardır. Horozlar da gecenin karanlığının bitişinin habercisiydiler. Horozların ötüşünden sonra, saatlerin yelkovanları yer değiştirirdi. Bu gece ses yok.
Sağır zamanların, sağır sürecini yaşıyoruz. Acaba hava aydınlanacak mı?
Tarihe geçen bu şehrin dördüncü ve son ölümünün başlangıcı böyle mi olacak?
Srebrenitsa, tüm zamanlarda bu şekilde mi ölmüştü?"



İsnam Taljic / The Story of Srebrenica

Alnıyazılmışlık

*Size öğretilen neyse onu tekrarlayacaksınız.

Nasıl yaşayacağınız, nasıl tepki vereceğiniz, sevgilinize nasıl "seni seviyorum" diyeceğiniz öğretildi. Ve arada kaybolan sizin bireyselliğiniz oldu. Doğal olarak örselenmiş egonuzu bireysellik olarak algıladınız.
Şu anda yaptığınız hangi hareket sizin gerçek hareketiniz ya da hangisi size verilen farazi gerçekle donatılmış yanılsamalar zincirinin bir halkası? Ayırt edebilir misiniz?.. Hiçbir zaman ayırt edemeyeceksiniz. Bunu bilmeye cesaret bile edemeyeceksiniz. Çünkü o zaman başlayacak olan süreçte aslında sanal olduğunuzu fark etmeyi kaldıramayacaksınız. Uydurulma gerçek ile asıl gerçeklik birbiri ile eşleşecek ve size ait olduğunu düşündüğünüz herşeyin aslında sizden fersah fersah uzakta olduğunu göreceksiniz. Diğerlerinin hayellerine, yaşamlarına, sahip olduklarına, yani size ait olmayanlara özenmeniz öğretildi size. Hiç bir zaman kendinize dair birşey yoktu o kurgunun içinde. Olmayacak da...
Hiçbir zaman kendi gerçeğinizi düşünecek zaman bırakılmadı. Bırakılmayacak da...

Önce sahip olmayı, sonra da sahip olduklarınızı kaybetmekten korkmayı öğrendiniz. Diğerlerinin öveceği başarı kılıfına girmeniz istendi. Başarı tanımınız hep diğerlerinin onayına bağlı kaldı. Hep ihtiyacınızdan daha fazla para kazanmanız istendi. Ve sizin de yaşam amacınız bu oldu. Ortaya atılmış olan bu akıl dışı kurallar, herkesin kabullendiği kutsal bir metin gibi tartışılmayan, sorgulanmayan gerçekler olarak kabul gördü. Aslında hiçbir şey bu kadar hızlı kabul görmezdi... Siz de bu genel tribünün küçük bir amigosu olarak belirlenen bu yolda ilerlediniz. Bu hal içinde hep zannetmelerle geçecek hayatınız. Başarılı olduğunuzu zannedeceksiniz, aşık olduğunuzu, kızgın olduğunuzu zannedeceksiniz. Asla asıl olmayacaksınız...

Öyle ki, bir müzede milattan önce 3000 yıllarından kalan ve güzelliğini basitliğinden alan bir kaseye hayranlıkla bakarken, müze görevlisinin özür dileyerek, aslında o kasenin eski olmadığını, fırlama bir adam tarafından oraya konulduğunu ve imal tarihinin de iki aylık olduğunu söylediği zaman o kase hakkında düşünmüş olduğunuz değerlerin neden tezatlarıyla yer değiştirdiğini asla düşünmeyeceksiniz. Yaşamınızdaki taklit ettiğiniz veya etmeye çalıştığınız şeylerin doğru olup olmadığını düşünmediğiniz gibi... Kimin ve neyin değerli olup olmadığı size hep sunuldu, müzedeki bilgiler gibi, o bilgi dışında bilgiyi oluşturan nesneye kendiniz olarak bakamadınız. Bakmak aklınıza gelmedi.
Düşünme alanınız size verilen doğru ve yanlışlarla sınırlandırılıp biçimlendirildi. Siz de bütün bunları oltaya atlayan obur bir sazan gibi sorgulamadan yuttunuz. Seçimleriniz olduğunun farkına bile varmadınız. Tıpkı başarısız ve tembel olma hakkınızın olmadığının size inandırıldığı gibi...
Müzedeki kasenin bir sahtekar tarafından oraya yeni konulmasına rağmen hala güzel olduğunun farkına varabilir misiniz?.. Yaşamınızdaki görüntüleri bir yoklayın, kaçı gerçek kaçı sahte çıkacak? Yapabilir misiniz?.. Kişisel tarihinizde kaç tane tamamen, size ait olan bir davranış var? Sayabilir misiniz?.. Yaşadığınız aşkların kaçı gerçek, kaçı öyle olması gerektiği için şartların belirlediği aşklar? İlişkinizi ne belirliyor? Reklamlar mı, filmler mi, çevreniz mi, şarkılar mı, şiirler mi, tv programları mı? Yoksa siz mi?? Yol ayrımını görebiliyor musunuz?..

Hiçbir zaman emin olamayacaksınız. Hep zannedeceksiniz. Hepimiz, hepimizin kurduğu farazilik içinde varmışız gibi yapıyoruz.
Ama aslında yokuz
.

Ve...

"Bu" dedi Hititli şişman tüccar gururla "sattıklarım arasında en pahalı en değerli olanı."
Kölesi ayaklarının dibinde siyah deri bir torba ile kare bir kutuya saygıyla baktı ve efendisinin arkasındaki eski yerine geçti. Kutunun kapağını açtı tüccar.
Kül rengi dümdüz bir toprak ve kum karışımı biir yüzey çıktı ortaya. Sonra üzeri leylak rengi şekillerle süslü siyah deri torbadan da altı tane mermerden dantel gibi oyularak yapılma ince gümüş tellerle bezenmiş ve altın parçacıkları ile süslenmiş iki kale, üç piyon ve bir at çıkardı. Bazıları sarı bazıları da siyah mermerdendi.
Altı tane satranç taşı duruyordu karşısında. Olağanüstü güzel ve son derece kıymetli oldukları daha ilk bakışta belli oluyordu. Zayıf genç ışığa doğru uzattı taşları ve nefesinin kesildiğini hissetti.
Bu ne güzellikti. "Peki öteki taşlar" dedi kupkuru bir sesle, mazgallardan süzülen koyu bal rengi akşam güneşinin ışığında. "İlk kez gittiğim bir köyden bunlar" dedi tüccar. "Tesadüf eseri ben gelmeden önce kısa bir süre önce şiddetli bir sel vurmuş köyü. Köyün tek hanının üst katındaki iki oda kurtulmuştu sadece. O odalara çıktığımda küçük bir ahşap masa üzerinde yarım kalmış bir stranç oyunu gördüm...Ben nedense yarıda kalan oyunu öylecene hiç bozmadan saklamak için aşağıdan aldığım henüz ıslak çamurla birlikte dikkatle bir kutuya koydum. Çamur defne ve yanmış ip kokuyordu, değişik bir topraktı. Bitmeyen oyunu olduğu gibi korumak istemiştim nedense..."
Dikkatle dinleyen genç ince uzun parmağı ile gri kumlu toprağın üzerine hafifçe dokundu;yavaşça bastırarak kazır gibi, okşar gibi parmak uçlarını gezdirdi eski çamurda. Çok ince çatlaklara temas etti ince derisi. Tırnakları ile yavaşça kazımaya başladı toprağı. Kısa bir süre sonra parmak uçlarında küçük altından yıldız parçaları ile 2 satranç şahının taşı belirmeye başladı. Hititli tüccarın gözlerinin içi gülüyordu, gencin ise sadece dudakları...



15 Nisan'da yolculuğa çıkmadan önce bilemezdim, Selevkos Krallığı'nın en yaşlı ve de en az tanınan iki bilgesinin, başrahibin emri ile Keanenli bir prense hediye edecekleri stranç takımını kurup oynadıkları sırada başlarına gelenleri, torbadan çıkan bir parşömen mektuptan öğreneceğimi... Halbuki yatağın üzerindeki yığını valize koymadan önce tuvalet aynasının karşısında kendime baktıktan sonra içeri girmiştim ve aldığım makasla arkaya rastgele elimle topladığım saçlarımı kesmiştim. Ve sonra hep yanımda duran denizkabuğumu valizden çıkardığımın üzerinden çok geçmemişti.
Yolculuğumu bitirip eve dönmeden önce bütün yolculuğum sırasında tuttuğum defterimi, ağaçlarımın kesilmiş olduklarını görmemin ardından yakmıştım. Halbuki bunun da üzerinde çok geçmemişti.

Fakat Kaunos antik kentinin merdivenlerinde çıkarken gördüğüm ve yanıma aldığım nesneyi, bugün bulduğumun ve ne anlama geldiğini anlamamın üzerinden sanki asırlar geçmişti.
Bir iskambil kağıdı...Üzerinde 8 rakamı olan bir iskambil kağıdının masada kalan son kağıt olacağını tahmin edemezdim. İşte ben de o yüzden; Hititli tüccar gibi bitmeyen oyunu korumak istediğimden ağzımdan sadece "peki" çıkıyor gidenin ardından duyacağım kapanan kapı sesinden önce...

Peki... öyleyse kesilen ağaçlarım ve yaktığım defterimden geriye saralım filmi...